D. MEHMET DOĞAN: "ŞEHİR, MEDENİYETİMİZİN KELİMESİDİR"

 

Daha çok, kütüphanelerimizin vazgeçilmez başvuru ve kaynak eserlerinden biri olan Doğan Büyük Türkçe Sözlük’le tanıdığımız mütefekkir D. Mehmet Doğan’la şehir-kent ayrımını, Ankara’yı ve Türkçeyi konuştuk.

 

Sayın hocam, “şehir” ve “kent” kelimelerinin birini diğerinin yerine kullananlar var. Ya da bu iki kelimenin birbirinin muadili değil zıttı olduğunu söyleyenler var. Sizce ne yapmalıyız? Kent midir doğrusu şehir mi?

 

“Kend” zihnimizle nasıl oynandığını gösteren kelimelerden. Bin yıllık yerleşik kelimemiz “şehir”di, şehrin zihin dünyamızdaki yeri muhkemdi, bizim medeniyetimizin kelimesi idi. Biz şehir kelimesini benimseyene kadar “balık” kelimesini kullanmışız, eski Türkçede “ordu” ve “uluş” kelimeleri de var. Balık, balçık aynı kökten geliyor. Ortaasya’da, Türkistan’da taş fazla bulunmadığı için, kaleler çamurdan, kerpiçten yapılıyor. Muhtemelen ondan böyle demişiz. Ordu, karargâh… Göçebe bir topluluk olduğumuz için ancak ordu olduğumuzda, yani karargâh kurduğumuzda sabitleşmişiz. Arapça “Medine” kelimesi din dünyamıza ait bir yer adı olduğundan, Farsça şehir kelimesini benimsemişiz. Medeniyet yerleşikliktir, şehirliliktir. Dilimizi medeniyet dili olmaktan çıkarmak için “şehir” kelimesini silmek istediler. 1935’te Türkçeden Osmanlıcaya Karşılıklar Kılavuzu’nda “kent”in karşılığı verilirken “kasaba” yazdılar. Yani doğrudan kend/kent’e “şehir” diyemediler. “Kend’in” Soğdcadan Farsçaya ve Uygur Türkçesine geçtiği anlaşılıyor. 19. yüzyılın meşhur lügatçisi Mütercim Asım’ın Kamus Tercümesi’nde “kend” için “Türkîde karyeye denir” diyor. Karye, yani “köy”! Divanü Lügati’t-Türk’'te, “kend”in şehir, kasaba, kale mânaları olduğu, fakat Oğuzlarca ve onlara uyanlarca köye “kend” denildiği belirtilmektedir. TDK sözlüğü "kent"e 1945’te “şehir, kasaba” dedi. Yani birinci hamlede kasaba denilmişti, ikinci hamlede şehre terfi ettirildi; kasaba da ihmal edilmedi. Üçüncü hamle, Sözlük’ün ikinci baskısında, 1955’te yapıldı. Kent’in karşısında sadece “şehir” yazıldı. Bu baskıda olduğu gibi, üçüncü baskıda da (1959) henüz “kent”ten türetilmiş hiçbir kelime yoktu. Yedinci baskıda (1983) ise artık, “şehir”den “kent”e atıfta bulunuluyor ve açıklama “kent”te yapılıyor. Yeni türetilmiş kentçi, kentçilik, kentlerarası, kentleşme, kentli, kentsel, kentsoylu kelimeleri sözlüğe ithal ediliyor. On birinci baskıda, yani 2011’de, türetmelerde artış sürüyor: Kentlilik, kentsellik, kenttaş ve kenttaşlık gibi yeni uydurmalarla sözlük acayip “zenginleştiriliyor”... Kent konseyi, kent meydanı, kent müzesi, kent ormanı... Bunlar günümüzde belediyelerin tabelalarında yer alıyor. Fakat onlar hâlâ şehri yönetiyorlar! Bu arada da “Bu şehir-kent farkı nedir?” diye düşünmüyorlar. “Kent”i ayakta tutan, “başkent” kelimesidir diyebiliriz. Ankara “başkent” yapıldığında kullanılan tâbir “makarrı-ı idare”dir.

 

Yani, idare merkezi... Saltanat ilga edildiğinden o sıralar “payitaht/taht şehri” denilemezdi. Bir süre başşehir (Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu, 1935, Türkçe Sözlük 1945) denildi. Türkçe Sözlük’ün ikinci baskısında (1955) ilk defa “başkent” kullanıldı. Muhtemelen başkent “başşehir”den bir hece kısa olduğundan daha fazla revaç buldu… Kent “köy”ken 1930’larda kasabalaştırılmış, 1960’lardan sonra şehirleşme aşamasında! Doğumuzda ise hâlâ köy... Batı Türkçesinin bir kolu Azerbaycan Türkçesi “Azerbaycan dili”nin dört ciltlik “izahlı lügati”nde (2006) kend (kend, “e” e ile a arası bir ses, kapalı e) şöyle tarif ediliyor: “Ahalisi esasen kend tasarrüfatı ile meşgul olan yaşayış mıntıkası: Büyük kend, kiçik kend.” Türkiye’de de tanınan ünlü şair Bahtiyar Vahabzade’den bir beyitle örneklemişler tarifi: “Yeddi kend üç şeher görürem ancak/Bu dağın başında bir bakışla ben”. Hatta “şeherle kend arasındaki zıddiyeti aradan kaldırmak”tan da söz ediliyor. “Kend tasarrüfatı”, yani “kendde yapılan işler”in açıklaması, bu yerleşimin köy olduğunu apaçık ortaya koyuyor: “Halk tasarrüfatının ekinçilik (tarım), hayvandarlık (hayvancılık) ve meşeçiliği (ormancılık) ihata eden sahası.” Okumaya devam edelim: “Kend salmak: Yaşayış yeri düzeltmek, yeni kend bina etmek. Bir sıra Türk dillerinde mürekkep kend, gasaba vs. yaşayış mıntıkaları adlarının ikinci terkip hissesi mes. hacıkend, daşkend, yarkend, kasımkend, konakkend.” Sözlükde “kend”le yapılan kelimeler de var: Kendarası, köyler arası demek. Kendaşırı: Kendleri geçerek. Kendbekend: Bir kendden o biri kende. Kendcik: Kiçik (küçük) kend. Kendçi: Kendli. Kendçilik: Kendlilik. Kendistan: Kend yeri. Kendistanlı: Kendli. Kend kesek: Kend ve ona bitişik yer... Kendli’nin köylü, kendliliğin köylülük demek olduğunu bu Lügat’te tereddüte mahal bırakmayacak şekilde görebiliyoruz. Köy kelimesinin sözlükteki açıklaması bunu pekiştiriyor: Köy: Kend. 19. asır sonunda Ahmed Vefik Paşa “kend”i şöyle açıklıyor: “Faris-i kadimden ta’ribi kand, cend.” Vefik Paşa “eski farsçadan arapçalaştırılmış” olduğunu belirtiyor ve Ahsıkend, Semerkand, Taşkend, Hokand (TDK’nin yayınladığı Latin harfli baskıda “Havkand” olarak aktarılmış), Hocend, Yarkend örneklerini veriyor. (Lehçe-i Osmanî, tab’ı cedid 1307/1890) Hüseyin Kâzım Kadri’nin Türk lehçeleri sözlüğü mahiyetindeki Türk Lügati’nde “garp” yani batı türkçesi ile ilgili bir açıklama yok. Azerî lehçesindeki mânası, kelimenin farsçadan geçtiği belirtilerek veriliyor: Köy, karye! Kent’in Uygur türkçesinde şehir karşılığı kullanıldığını DLT’den aktarmıştık. Peki bugün durum ne? Hazırki Zaman Uygur Tilinin İzahlı Lügati’ne bakalım (Şincan Halk Neşriyatı, 2011): “1. Malûm hususiyetleri bilen şeher hem de kışlaklardan perklenip turduğan ehali yaşaydagan cay. 2. Dehkânlar toplaşub olturaklaşkan yezadan kiçik mamuri barlık.” Açıklanmadan önce kelimenin köne/köhne “eskimiş” olduğu belirtiliyor. 1. Bazı özellikler açısından şehir ve kışlaklardan farklı olan, halkın bir arada yaşadığı yer. 2. Çiftçilerin bir arada yaşadığı kasabadan küçük yerleşim birimi... Kışlak/kışla kelimesinin Türkistan coğrafyasında, kış geçirilen yer, köy mânasına geldiğini de hatırlatalım. Uygur ülkesinde hâlâ “Yarkend” var... 16. asırda Yarkend Hanlığı’nın merkezi. Şimdi ise Kaşgar vilayetine bağlı bir nahiye, yani bucak. Yarkend’in Kaşgar’dan sonra ikinci büyük şehir olduğu söyleniyor. Fakat farklı bir “şehir”le karşı karşıyayız: Yarkend, Taklamakan çölünün batı ucunda, birbirinden hayli uzak mahallerden meydana gelen bir vaha şehirmiş... Ezcümle: Medeniyetimizin kelimesi şehirdir. Yûnus Emre asırlar ötesinden “Kasdum budur şehre girem feryad ü figan koparam” diyor. Bazen hece uzatılarak “şâr” denildiği oluyor. “Bu dünyanın meseli bir ulu şâra benzer.” Hacı Bayram Veli de “Nâgehan ol şâra vardım” diyor… Şehir varken kent demek, bin yıllık medeniyet birikimini inkâr etmek demek!

 

"Aklıma Türk Kimliğinin Coğrafyaları" ve "Ömrüm Ankara" adlı kitaplarınız geliyor. İçinde bulunduğumuz coğrafyayla kimliğimiz arasında nasıl bir bağlantı kurabiliriz?

 

Coğrafya ile kimlik, hatta kişilik arasında bağ olması kaçınılmaz. Yerleşik insan, yerleştiği yerin havasını, suyunu, toprağını temessül eder. “İnsan yaşadığı yere benzer” denilmiştir. Örf ü adet, muaşeret, dil yerle bağlantılıdır. Aynı zamanda coğrafya siyasî sınırlarla tahdit edilir ve mensub olunan devletin kültürel yapısı müessir olur. Denilebilir ki, yarım asır öncesine kadar insanların, şehirleri, vilayetleri hâl ve hareketlerinden, dillerinden, hatta kıyafetlerinden kolaylıkla anlaşılabilirdi. Günümüzde şehirler arasındaki farklar silikleşiyor. Hem öğretim sistemi hem iletişim araçları bu farklılıkları törpülüyor ve artık konuşmasından hâl ve hareketlerinden bir kimsenin nereli olduğunu anlamak güçleşiyor. Yine de bir şehir adı geçtiğinde zihnimize üşüşen o yerle ilgili bilgiler, tahayyüller karşımızdaki şahısla ilgili bir kimlik ifadesine dönüşüyor

 

Hep merak etmişimdir. Bir dilin neden farklı ağızları vardır? Neden mesela bir kelimenin Uşak’taki söylenişiyle Trabzon’daki söylenişi farklıdır?

 

Bir dilin lehçeleri-diyalektleri olur, şiveleri-ağızları olur. O dilin çeşitli bölge ve topluluklarda aldığı, kaide ve kelime hazinesi olarak fazlaca farklılaşmamış kolları “lehçe” olarak adlandırılır. Mesela Anadolu lehçesi, Azerî lehçesi gibi. Bölgelere ve mesleklere göre değişen söyleyiş şekilleri ve kelime hazinesi ise şîve-ağız olarak anılır, Erzurum ağzı, külhanbeyi ağzı gibi. Lehçeler sırf coğrafya ile açıklanamaz, aynı zamanda tarihî, sosyal ve siyasi farklılaşmalar devreye girer. Ağız ise yerle, mahalle ilgilidir, mahallidir. Bir yerde oturanların söyleyişlerinde o yerin ahalisini teşkil edenlerden ötürü veya o yerin kültür yapısıyla ilgili farklılıklar ortaya çıkar. Bu konuşmalara yansır, sesler farklılaşır, değişime uğrar. Zamanımızda ağız farklılıkları ortadan kalkıyor, kitle haberleşme araçlarının tesiriyle standart bir dile doğru gidiyoruz.

 

“Ömrüm” diyecek kadar Ankara’yı iyi tanıyıp gözlemlediğinizi biliyoruz. Türkiye’nin diğer şehirlerine de çeşitli vesilelerle gidiyorsunuz. Yurtdışı seyahatleriniz de oluyor. Sayın hocam, aynı şehrin farklı zamanlarını kıyasladığımızda, insan ve topluma dair ne gibi fikirlerle karşılaşırız?

 

Ankaralıyım, burada doğdum, büyüdüm, yaşadım. İnsan doğduğu, suyunu içip ekmeğini yediği, yaşadığı toprağa borçludur. Ankara’da yaşarken ders kitaplarındaki bilgilerin sathiliğinden, ideolojik üslubun yönlendirici tavırlardan rahatsız oldum. Resmî ideolojinin Ankara’sını sahihmiş gibi görerek Ankara aleyhdarlığı yapılması da bu rahatsızlığı katmerliyordu. Bu yüzden gerçek Ankara’yı, şehrin ruhunu okuyarak yazmak istedim.

 

Ankara’dan sonra en fazla İstanbul’da, İzmir’de bulundum. Türkiye’nin birkaç şehri dışında şehirlerinin ekserisini gördüm. Günlerce, haftalarca, aylarca kaldıklarım oldu. 1970’li yıllardan günümüze birçok şehrimizi ziyaret ettim, kısa sürelerle de olsa oralarda yaşadım. Şehirlerimiz bu süre içinde fizik olarak, maddî olarak büyük değişmelere sahne oldu. Bunlar olurken, şehirlerin mimarî mirası ciddi hasar gördü. Modern yapılaşma âdeta köklü şehrimizin köküne kibrit suyu döktü! Şehir kimliklerinin gözümüzün önünde kaybolduğuna şahid olduk. Şehirlerin maneviyatı maddiyatı kadar hızlı değişmedi. Bu yüzden insan unsuru bu hızlı değişmeye rağmen şehir kimliğini belli ölçüde devam ettirdi. Onların hafızalarında eski şehirle yenisi bir arada bulunuyor, fakat yeni nesiller eski ile alakalı bir hafızaya sahip değiller. Bunun şehirli kimliğinin sürdürülmesini güçleştirdiği görülüyor. Birbirine benzeyen şehirler birbirine benzeyen şehirliler ortaya çıkarıyor.

 

Kahramanmaraş’a ilk ne zaman gelmiştiniz? İlk gelişinizle son gelişinizi karşılaştırmanızı istesek, bir şeyler değiş midir Kahramanmaraş’ta?

 

Maraş’ı ilk görüşümüz 1977’dedir. TRT için “Ulucami” belgeliğini hazırlarken listemizde olan şehirlerdendi ve Maraş Ulucamii bir kahramanlık sahnesi olarak filmde yerini almıştı. Biz ilk gördüğümüzde “Kahraman” ünvanını alalı çok fazla zaman geçmemişti, şehir fizikî olarak da çok fazla değişmemişti. Değerli edebiyat adamları, Bahaeddin Karakoç, Şevket Bulut bizim için Maraş’ın tamamlayıcı unsurlarındandı. Daha sonraki yıllarda çeşitli vesilelerle Maraş’ta bulundum. Maraş da bütün şehirlerimiz gibi büyüdü, gelişti, genişledi fakat merkezini belli ölçüde korudu ve kimliğini olabildiğince yaşattı, edebiyatla alâkasını devam ettirdi. Doğrusu birçok şehrimizin edebiyattan, kültürden, sanattan koptuğu bir zamanda Maraş’ın bu yönelişi memnuniyet verici.

 

Söyleşi: Ömer Yalçınova

 

Evelâhir Sayı - 13